Tag Archives: Virtua Araştırma

Sosyal Medyatik Y kuşağı!

13 Ağu

Digital Age dergisi Ağustos ayı sayısında Y kuşağının sosyal medya ile ilişkisini inceledik.

buyrun…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Türkiye’de muhafazakarlık ve tesettür

7 Ağu

Türkiye’nin Aklını Okuyoruz çalışması Ağustos konusu, geçen ayın konusu muhafazakarlığın başka bir uzantısı ile devam ediyor; muhafazakar giyim.

Okumaya devam et

Bildiğimiz gibi bir muhafakazarlık değil

5 Tem

Türkiye’nin Aklını Okuyoruz, Temmuz ayı çalışmasında oldukça gündemdeki bir konuyu ele aldık; muhafazakarlık. Dindarlaşıyor muyuz? Muhafakarlıktan ne anlıyoruz, ne anlamalıyız?

soruların cevapları yazımızda. buyrunuz okuyunuz.

yazıda kullandığımız fotoğraf, Yeni Yüzyıl Üniversitesi Antropoloji Bölümü Öğrencisi Elif Kalaman tarafından çekilmiş ve paylaşılmıştır. Kendisine katkılarından dolayı ayrıca teşekkür ederiz.

 

Türkiye’nin Aklını Okumaya Devam Ediyoruz: Yolculuk hakkında ne düşünüyorsunuz?

7 Haz

BBDOve Virtua ortak çalışması olan Türkiye’nin Aklını Okuyoruz çalışması Haziran ayı konusu yolculuk idi. Hazır yaz planları yapılmaya başlamışken yolculuğa çıkmadan önce konuyu enine boyuna inceleyelim dedik. Yolculuğa çıkacaklar kadar yolculuk temasını işleyecek markalar ya da ulaşım sektöründe olanlara faydalı olacağına inanıyoruz.

Yazıyı Mediacat Haziran sayısında da bulabilirsiniz.

Y kuşağını yönetememek veya yönetmemek?

12 May

Türkiye’nin Aklını Okuyoruz Mayıs konusu Y Kuşağı. Hepimizin merak edip bir çok eğitime katıldığımız ve kitaplar okuyup öğrenip anlamaya çalıştığımız bir konu. Biz de merak ettik ve inceledik. Mediacat Mayıs sayısında yazdıklarımızı okuyabilirsiniz.

 

 

 

Türkiye’de Çocuk Olmak

19 Nis

Türkiye’nin Aklını Okuyoruz çalışmasının Nisan ayı konusu Türkiye’de çocuklar idi. 6 yaşa kadar çocukların aileleri ve elbette anneleri ile nasıl bir ilişki kurdukları, bu ilişkiyi neyin tanımladığı ve markaların bunun için kullanması gereken iletişim metaforlarının ne olması gerektiği konularını merak ediyorsanız hemen Mediacat Nisan 2012 sayısını almalısınız. ya da buradan okuyabilirsiniz!

SES kotası kullansak da mı araştırma yapsak, kullanmasak da mı araştırma yapsak?

29 Mar

Markalar, her sene yeni iletişim stratejilerini geliştirmek, mevcut ve potansiyel hedef kitlelerini belirlemek için araştırma şirketlerine başvururlar. İşi alan araştırma şirketleri de çeşitli yöntemler belirleyerek hummalı çalışmalar sonucu bir takım müşteri segmentleri saptar ve müşteriye; yani markaya sunar. Marka da segmentlerin sayısal büyüklükleri ve kendisi için önceliklerine göre sıralayarak, Pazar performansını arttırmak için gerekli yeni iş yaklaşımı ve iletişim hedeflerine karar verir.

Biz de yakın zamanda, bir müşterimiz için böyle bir çalışmayı tamamladık. Banka ile halen ilişkide olan banka kullanıcıları ile farklı şehirde derinlemesine görüşmeler yaparak, hem kalitatif hem de kantitatif ayakları olan bir müşteri segmentasyonu çalışması gerçekleştirdik.

Derinlemesine görüşmelere katılacak listeyi belirlerken, müşterimizin belirlediği kriterlerin yanı sıra, farklı SES (Sosyo – Ekonomik Statü Endeksi) gruplarından görüşmeler yapılmasına özen gösterdik. Ancak araştırma sonunda keşfettiğimiz bir segment bizi oldukça şaşırttı. Zira bu grup SES grupları için geliştirdiğimiz bazı kalıp düşünceler ile çelişki halindeydi.

Hem araştırma veren hem de araştırma yapan firmalarca paylaşılan bazı SES ön kabullerini örneklemek gerekirse ilk akla gelenler; “A grubuna dahil olan birinin evinde muhakkak LCD televizyon olması gerekir”, “C2 grubundan birinin 10.000 TL’lik bir evi kiralaması mümkün değildir” olacaktır. Şüphesiz kısmen doğru olan bu örneklerin hesaplamanın doğasından ya da tüketicinin nevi şahsına münahasır davranışlarından kaynaklanan bazı istisnaları bulunmaktadır. Ancak yine de bu kabuller hem bizlerin hem de müşterilerin zihnindedir ve çoğu zaman da bazı ufak kafa karışıklıklarına yol açarlar. Hatta bazı müşteriler araştırma sahasına bizler ile birlikte çıktıklarında, “Ama biz bu eve C1 diye gelmiştik hiç de C1’e benzemiyordu… kota takibi mi yanlış?” gibi sorularlı sıklıkla dile getirmektedir.

Ancak gerçekleştirdiğimiz son araştırmada karşılaştığımız ve pek de istisnai sayıda olmayan bu grup, hem araştırma odakları bizlerin hem de iş odaklı müşterimizin SES konusundaki kalıplaşmış düşüncelerini kökten bir şekilde sarstı. Araştırma sırasında karşılaştığımız bu grubu katılımcı ve müşterimizin haklarını korumak için ufak tefek değişiklikler ile sizlerle paylaşırsak;

“Arif Bey, liseyi bitirdiğinden beri servis sektöründe çalışıyormuş. Alıştığı, bildiği ve en önemlisi çalışırken eğlendiği için bu sektörü bırakmamış. Kartal tarafında oturuyormuş.”

Birçok marka ve müşteri, böyle bir görüşmeci ile karşılaşıldığında, hemen “C1 veya C2’dir” diye içinden geçirebilir. Ancak, gerçekleştirmiş olduğumuz araştırmada SES sorularına verdiği cevaplara göre C2 gözükürken, pek çok kriter ile hem bizim hem de müşterimizin geliştirdiği C2 tanımlaması ile çeliştiğini gözlemledik. Bu durum da aslında her araştırmada neredeyse zorunlu tutulan SES kotasının, çoğu zaman geçersiz olduğunu veya anlamsız kaldığını göstermektedir. SES’i belirleyen en temel soruların, -“eğitim düzeyiniz nedir, mesleğiniz nedir” gibi- insanların tüketim alışkanlıklarını ya da finansal imkanlarını tahmin etmekte yetersiz kaldığı ve yanlış çıkarımlara da sebebiyet verebileceği ortadadır. Yine aynı görüşmeciden örneklerle devam edersek:

“ (…) Sohbet ederken öğreniyorum ki 5 ayrı bankadan 10.000 ile 30.000 arasında değişen 6 ayrı kredisi var. Servis sektöründe çalışan biri tüm bunları nasıl ödeyebilir ki diye düşünürken beni duymuş gibi ‘ev bizim kira yok, ara sıra babamlar da yardım ediyor’ diyor. Açıkçası bu kadar bankaya bu kadar çok borçlanmak servis sektöründe çalışan biri için cesaret ister diye düşünüyorum. Aileden zengin olabilecekleri gerçeği de var, babası sıkıştığı anda hemen yardım eli uzatıyormuş zaten.”

Aslında SES kotası bazı temel ayrımları yapabilmek veya belirli kotalara göre hareket edebilmek için oldukça işe yarar bir yöntem olmasına rağmen; bizim örneğimizdeki gibi vakalarda tamamen geçersiz kalıyor diyebiliriz. Çünkü görüşmenin devamında Arif Bey’in ayrıca 7 kredi kartının daha olduğu, kendisinin lüks bir spor salonuna (yıllık 10.000 TL) üye olduğu ve eşinin de bir market zincirinde kasiyer olarak çalıştığını öğreniyoruz. Görüşme ilerleyip, sohbet koyulaştıkça, Arif Bey’in aileden önemli oranlarda ekonomik destek alıyor olmasının yanı sıra, tüm aile bireylerinin maaş ve kredi kartlarını kontrol ettiği bu yüzden de kendi maaşından çok daha yüksek bir geliri yönettiği ortaya çıkıyor. Bu nedenle de hem kredi borçlarını hem de kredi kartlarını istediği gibi yönlendirme imkanı bulurken, aslında C2 “gözüken” hayatını B gibi sürdürüyor. Fakat Arif Bey’e maaşınız ne kadar/aylık geliriniz ne kadar diye bir soru yönelttiğinizde, “klasik bir şef garson maaşı kadar” yanıtını veriyor. Bu nedenle asıl yönettiği ve kısmen de geçimini sağlayan para miktarı doğal olarak kapsam dışında kalıyor ve tanıyınca başka bir gruba dahil olduğunu düşünsek de sorular ile onu C2 olarak sınıflandırabiliyoruz.

Bu süreç bize, mevcut SES sınıflandırma sisteminin tüketim eğilimleri konusunda başarılı bir yönlendirme yapmaktan uzak olduğunu daha çok bir yakınsama verdiğini gösterdi. Müşterimiz için ise, doğrudan finans ile ilgili bir sektörde bile olsak tüketiciyi sınıflandırmada sadece maaş gibi gelirleri hesaplamanın, önemli bir miktarda finansal kaynak yöneten bu gibi kitlelerin yok sayılmasına yol açtığını gösterdi.

IRMAK TOKER

Avrupalının Zihnindeki Türk

1 Mar

BBDO – Virtua işbirliği olan Türkiye’nin Aklını Okumaya devam ediyoruz: Mart ayında Mediacat’de yayınlanan konumuz:

Avrupalının Zihnindeki Türk İmgesi.

Okuyun mutlaka!

Aziz Nicholas ve Aziz Valentine, Keşan Müftüsüne Karşı!

14 Şub

Artık herkesin bildiği ve kabul ettiği gibi sosyal medya; yazılı ve görsel basının önüne geçmiş durumda. Gündemi takip etmek için yalnızca bir sosyal medya kullanıcısı olmak yetebiliyor. Geçtiğimiz günlerde sosyal medyada oldukça sık dolaşan ve bir konu vardı: Noel baba. Keşan müftüsü Süleyman Yeniçeri yaptığı bir açıklamada “Noel baba diye birisi yoktur. Aziz Nicholas diye biri var ama bu uyduruk bir kişidir. Noel baba baca ve pencereden giriyor. Ama doğru dürüst bir kişi olsa kapıdan girerdi.” dedi ve yılbaşı da yaklaşmışken gündemin yeni konusu haline geldi.

Şimdi de 14 Şubat vesilesiyle Metin Uca Twitter sayfasına “St Valentin’i sopayla döverek öldürdüklerini de söylemeyi unutmayın” yazmış. Bunun üzerine Zhabnz adlı bir kullanıcı da “Bence Keşan müftüsü bir açıklama yapsın: ‘Aziz Valentine diye biri yoktur. Zaten düzgün bir şahıs olsaydı öldürmezlerdi.’ desin” diyerek karşılık veriyor. Keşan müftüsü Süleyman Yeniçeri yine sosyal medyanın gündemine oturacak gibi görünüyor.

Peki, gerçekten de Keşan müftüsü haklı mı, kimdir bu Noel Baba?                       

Türkiye’de Noel Baba olarak adlandırılmaya başlanan bu karakter aslında pek çok isimle anılır. Kökeni Demre – Antalya’ya dayanan Noel Baba’nın asıl adı Nikola olarak geçerken, Fransa’da Saint Nicalaous, Latin dillerinde Santa Clouse ve Amerika’da ise Santa Klaus olarak anılmaktadır. Diller arası fonetik farklılıklar, bu farklı isimleri üretmiştir.

Noel Babanın; Noel gecesi evlere gizlice bacadan girerek çocuklara hediye bıraktığına inanılır. Efsaneye göre kuzey kutbunda yaşar, elflerle birlikte tüm yıl çocuklar için hediye hazırlar, uçan ren geyikleri ve bir kızağı vardır ve onlarla tüm dünyayı dolaşır.

Bu klasik anlatının yanı sıra bir de Noel Baba’nın gerçek kimliği ile ilgili anlatılan mitler vardır. Bu mitlerden iki tanesi şöyledir:

1 .  Nikola, M.S. 300’lü yıllarda o dönemde Lykia olarak anılan kentin Patara kasabasında (Antalya – Demre) doğmuştur. Nikola ve ailesi, babasının buğday tüccarı olmasından dolayı oldukça varlıklı ve rahat bir hayat sürmektedir. Bir süre sonra babasını kaybeden Nikola, büyük bir mirasın sahibi olur ve bu serveti yoksullar için harcamaya karar verir. Aynı kasabada önceden çok zengin olan ancak sonradan tüm servetini kaybeden bir aile yaşamaktadır. Evlilik çağındaki üç kızı için çeyiz bile hazırlayamamıştır. Nikola, çaresizlikten kızlarını satmayı düşünen aileye yardım etmek ister. Ancak gururlarını kırmamak için onlara fark ettirmeden evlerine gece girmeye karar verir. Aile uyumaktayken, içinde evin büyük kızının çeyizi için yeterli miktarda altın bulunan bir keseyi pencereden içeri atar. Sabah tüm olaydan habersiz olan aile altınlarla dolu keseyi bulunca sevinir ve hemen çeyizi düzmeye başlarlar.

Daha sonrasında Nikola, aynı şeyi evin ortanca ve küçük kızı için de yapmak ister. Ancak o gece evin pencereleri kapalı olduğu için altın keselerini bacadan atmak zorunda kalır. Bu olayın ağızdan ağza dolaşmasıyla Noel babanın bacadan inerek hediye bırakma efsanesi doğmuş olur. Noel baba tasvirlerinde ve yılbaşı ağaçlarında yer alan üç adet altın renkli top da bu hikayeden günümüze kadar gelen simgedir.

 

 

 

 

2. Başka bir mite göre ise, Nikola hacı olmak için Kudüs’e gider. Geri dönerken bindiği gemi, fırtına etkisiyle batmak üzeredir ancak Nikola’nın duaları ve denize düşen bir mürettebatı ölümden döndürmesi olayları tersine çevirir. Bu mucizevi hareketlerinden dolayı “koruyucu aziz” olarak ilan edilir.

Bu olaydan bir süre sonra, Patara’nın komşu bir kenti olan Myra’ya göç eder. Bu sırada Myra başpiskoposu ölmüştür ve yerine geçecek kişiye bir türlü karar verilemeyince; sabah kiliseye ilk gelen kişinin seçilmesine karar verilmiştir. Aziz Nikola sabah kiliseye gelen ilk kişi olunca başpiskoposluk görevini üstlenir. Bu olaydan sonra üç çocuğu ölüyken dirilttiği de yine efsaneler arasındadır.

6 Aralık’ın Aziz Nikola günü olarak kutlanıyor olmasının nedeni, Nikola’nın 6 Aralık 343 yılında öldüğüne inanılmasıdır. Ancak bu her ülkede hem tarih hem de anlatı olarak değişikliklere uğramıştır.

Ayrıca, Nikola yani Noel Baba öldükten sonra Myra’lılar onun adına bir kilise yaparak adını ölümsüzleştirmişlerdir. Antalya’da bu kilise halen ziyarete açıktır. Her ölüm yıl dönümünde birçok turist ve Aziz Nikola’yı anmak isteyenler ziyaret eder.

Mitler, en genel anlamıyla bir amaç doğrultusunda anlatılan hikayelerdir. Bu hikayeler aslında tanrılar ve kutsal kişiler ile insanlar arasındaki ilişkiyi anlatır ve çoğunlukla imkansızlık içerir. Çünkü mitin alt metininde olan mesaj önemli bir sosyal mesaj veya dini bir öğe aktarmaktadır. İnsanların tam olarak açıklayamadığı, cevap bulamadığı sorular çoğunlukla mitler aracılığı ile bir anlam kazanır. Aslında Levi-Strauss da bu noktada mitlerin gerçek ile hayal arasında bir “arabulucu” rolü üstlendiğinden bahseder.

Yapısal düşüncenin kurucularından Levi-Strauss, insan zihnini bir yapı olarak görür ve farklı yapılar içerisindeki her işleyişin aynı mekanizmaya sahip olduğunu sadece mekandan mekana değiştiğinden bahseder. Aslında bahsedilen mekan, kültürdür. Strauss, bu noktadan yola çıkarak sosyal ve kültürel farklılıkları içeriğin oluşturduğunu söyler. Bu içeriklerin barındığı yapının temelinde ise, karşılıklı zıtlıkların (binary oppositions) yer aldığını belirtir. Örnek vermek gerekirse; “kadın X erkek, doğa X kültür, siyah X beyaz, canlı X ölü…”

Zıtlıklar üzerine kurulu olan yapı her toplumda kendisini gösterir, gündelik mitleri bunun üzerine kuruludur. Strauss, kurulu olan bu düzende her zıtlığın bir “arabulucu (mediator)” ya sahip olduğunu belirtir. Bu arabulucular iki zıtlığın arasında bir çözüm veya iki zıtlık arasında bir bağ/köprü yaratmaktadır.

Tarihte gerçekten var olmuş bir karakter de gerçeküstü imgelerle bütünleştirilerek gerçek ile hayal arasında bir ilişki kurulmasını sağlar.

Bu bağlamda, Noel Baba miti gerçek ile hayal arasında arabuluculuk rolünü üstlenir ve böylece Noel Baba efsanesine inanan her çocuk gizlice bacadan inen Noel Baba’nın hediyelerini bulmayı düşler.

(Noel baba efsanesi ile ilgili daha çok bilgi almak isterseniz: http://www.youtube.com/watch?feature=player_embedded&list=PLBEDAA423B3BDA688&v=tYw40HYI1Xg)

Irmak Toker

Tanışmak bir ömür sürer; reddedilmek bir dakika…

3 Şub

Virtua Araştırma ve BBDO iş birliği ile 2012 yılını kapsayan uzun soluklu bir çalışmaya başlamış bulunmaktayız; “Türkiye’nin aklını okuyoruz!” İçinde yaşadığımız, gündelik hayatımızı şekillendiren ve bizleri belirli davranış kalıplarını tekrarlamaya yönlendiren kültür, marka tercihlerimizi, maruz kaldığımız reklamların etkinliğini belirliyor. Bu nedenle, çalışma, gündelik hayatın farklı alanlarına odaklanarak, tüketici davranışını belirleyen davranış kodlarını tespit etmek üzere tasarlandı. Sonuçları da, markaların iletişim ve pazarlama stratejilerini geliştirmesi için iyi birer kılavuz niteliğinde.

Araştırmamızın ilk konusunu “Flört” olarak belirledik ve 14 Şubat vesilesiyle de Mediacat’in şubat sayısı için güzel bir yazı hazırladık. Bilfiil benim de içinde antropolog olarak bulunduğum 15-17 yaş arası gençlerle yaptığımız görüşmeler, BBDO ofisinde gerçekleştirdiğimiz tartışma grupları ve literatür taramasından elde ettiğimiz bulgular; kadınlar ve erkeklerin küçük yaştan itibaren ayrı fiziksel alanlarda sosyalleşmelerinin, kadın erkek iletişimini zorlaştıran ciddi bir cinsiyet ayrımı (sex segregation) yarattığını gösterdi. Aslında bu ayrımın en önemli sonucu, kadın ve erkeklerin sürekli olarak hemcinsleri ile iletişim kurması ve neredeyse ayrı diller konuşacak kadar farklı iletişim kodları geliştirmeleri.

Farklı sosyalleşme deneyimi sonucunda, erkekler kadınlar ile nasıl konuşmaları gerektiği konusunda bocalıyor ve konuşmaya başlamakta zorlanıyorken, kadınlar iletişimin erkekler tarafından başlatılması konusunda ısrarcı oluyorlar. Bu durumda da karşımıza; anlaşılmayı talep eden kadınlara, sürekli olarak kendini anlatmaya çalışan erkeklerin oluşturduğu ilginç bir tablo çıkıyor. En basit ifadesiyle, 15-17 yaş grubunda kadınlar ve erkeklerin konuşması en iyi; “körler, sağırlar birbirini ağırlar” sözü ile özetlenebiliyor. Erkekler daha ilk adımda elenince de bu yaşta flört etmenin en büyük sorunu “tanışmak” haline geliveriyor.

Aklımda hala bu ilk bulgular varken, bir yanda da Mediacat’in Mart sayısında yer alacak “Türk İmgesi” dosyası için ex-pat bloglarını incelemeye başladım ve tam blogların arasında kendimi kaybetmişken, aslında “Flört” bulgumuza referans olacak bir yazı buldum. Yazıya şu adresten ulaşmak mümkün:

http://jillcarr.tumblr.com/post/1090032757/the-not-so-turkish-delight

Yazının başlığı “the not-so Turkish delight”; Türk erkeklerinin bir kadın ile tanışmakta ne kadar çok sıkıntı çektiği ve erkekler ile kadınların aynı konuya nasıl farklı bir açıdan baktığını gösterir nitelikte. Blog’un yazarı Jill, 20’li yaşlarının ortasında bir Amerikalı. Bir tren yolculuğu esnasında hayatında ilk kez bir Türk genciyle, Erkan’la tanışıyor. Kopartmanda sadece ikisi yolculuk ettiği için ve Jill de böyle durumlarda sohbet etmeyi doğal bulduğu için konuşmakta sakınca görmüyor. Bu yüzden de sıkılmamak adına sohbeti başlatıyor. Nereli olduklarından, seyahat ettikleri yerlerden bahsediyorlar.

Bir süre sonra Jill uyuya kalıyor ve gözlerini açtığında “I LIKE YOU… (senden hoşlanıyorum)” yazan bir not ile karşılaşıyor. Jill, sinir bozucu bir gülümse ile rahatsızlığını belirten bir şekilde film izlemeye başlıyor. Birkaç dakika sonra ise Erkan bir not daha yazıp Jill’e veriyor: “You are VERY beautiful when you sleep (uyurken çok güzelsin)” Jill bu esnada fark ediyor ki, ilk başta Erkan ile sohbet etmiş olması, tamamen yanlış anlaşılmasına yol açmış.

Ardından hemen bir not daha geliyor Erkan’dan:

“Sometimes You should give a chance or you should try. It’s not wrong. Everybody needs to be happy. And sometimes I don’t care what you think. I didn’t watch so much film. When I see your eyes, I’m excited. I know it’s love. Don’t smile ok! I’m sure, you can’t feel like this but I feel very MUCH.”

(Bazen bir şans vermelisin ya da denemelisin. Herkes mutlu olmayı hak ediyor. Ve bazen senin ne düşündüğünü umursamıyorum. Ben bu kadar çok film izlemem. Senin gözlerini gördüğümde çok heyecanlandım. Biliyorum ki, bu aşk. Sakın gülme, tamam mı? Eminim ki, sen bunu hissedemezsin ama ben çok fazla hissedebiliyorum.)

Erkan bu notlar gibi daha 3-4 tane daha yazıp Jill’e vermeye devam ediyor. Jill’in hikayesinin nasıl sonlandığını bilmiyorum ama tüm yazı boyunca notları yazan Erkan’a neredeyse hakaretler yağdırdığı dikkatimi çekiyor. Bu hakaretlerin sebebi aslında Erkan’ın ona yaklaşma tarzından kaynaklanıyor.  Çünkü eğer hoşlanmışsa bunu nasıl göstermesi gerektiğini ve henüz yeni tanışmışken nasıl aşık olabileceğini bir türlü Jill kafasında kuramıyor. “Daha soyadımı bile bilmeyen biri, beni bu cümlelerle nasıl etkileyebilir ki?” diyerek de aslında bir Türk erkeğinin flörte dair bakış açısını da yansıtmış oluyor.

Erkan oldukça saf ve içgüdüleri ile hareket ederek aşk sözleri yazdığında Jill’i etkileyebileceğini düşünmüş; zira Jill’in onunla konuşmaya başlamasını, zaten ondan hoşlandığı şeklinde yorumlayıp kabul etmiş bile. Olumlu bir sinyal almadığı halde not yazmaya devam etmesi de aslında flörtü devam ettirmek istemesinden kaynaklanıyor.

Kadın ve erkeklerin flörtleşme için bekledikleri ve yaptıkları farklı olduğu için böylesi bir yanlış anlaşılmadan kaçınılması imkansızlaşıyor. Her toplumun kültürünün farklı olduğunu hatırladığımızda; bir Türk ile Amerikalının da ilk başta flört üzerine ortak bir davranış kodu geliştirmesinin oldukça zor olduğu aşikar.

Yazının başında da değindiğim gibi, kadınlar ilk adımı erkeklerden bekliyor. Erkekler bu konuda cesaretsiz davranıp “keşke kadınlar önce davransa” diye düşünüyor. Fakat bir kadın ilk adımı atınca da, o kadın hakkında olumsuz düşünmeden edemiyor. Bu kısır döngü içinde bir erkek ile bir kadının tanışabilmesi ve flörtleşmeye başlaması aslında ciddi bir mucize durumu. Bu nedenle Türkiye’de flörtün davranış kodu “tanışamama” olarak kalıyor.

(Türkiye’nin Aklını Okuyoruz: Türk Gençliğinin Flört Kodları adlı yazımızın tümü için Mediacat dergisinin Şubat sayısını okumanız yeterli. Tüm kitapçı ve dergi satan her yerden ulaşabilirsiniz!)

 

Irmak Toker