Son dönemde ülkemizde de daha geniş bir okur kitlesine ulaşmaya başlayan fantezi-bilim kurgu edebiyatının en çok ilgi çeken yaratıklarından ikisi zombiler ve vampirlerdir. Aslında bu iki tekinsiz yaratık tipi arasında bir iktidar mücadelesi olduğu ve zombilerin eski şampiyon olarak vampirler lehine konumlarını devrettiklerini söylemek bir yanılgı olmaz. Fantezi edebiyatın daha erken bir ürünü olan vampirler, sinema uyarlamalarıyla toplumsal hafızaya 30’lu yıllarda kazınmış ama daha sonrasında, yaygınlaşan zombi hikayeleri ve sayısız yaşıyan ölüler serileriyle biraz unutulur hale gelmişlerdir. Bu geçişlerde şüphesiz, fantezi yazının bilimkurgu ile yaptığı ödünçlemeler ve edebiyatın kendi içsel çelişkileri de etkili olmuştur.
Fakat bu yazının temel amacı bu iki yaratık tipi arasındaki toplumsal kimlikler ve değişimden kaynaklanan farklılıkları incelemektir.
Bu iki tekinsiz yaratık türünü birleştiren ortak nokta nefes alıp vermemeleri, yani canlıların dünyasına ait olmamalarıdır. Dışarıdan olmanın verdiği bu güç ve “bilinemeyen/anlaşılamayan”ın dehşetli korkusuyla, canlılara saldırmakta ve onları yok etmektedirler. Görselliğin kuvvetinden dolayı, bu inceleme edebiyat yerine sinema uyarlamalarına odaklanmaktadır. İki ayrı yaşayan ölüler sınıfı olarak zombilerle vampirler arasındaki en önemli ayrım, şüphesiz ki zombilerin çoğunlukla bilinç ve irade sahibi olmayan varlıklar olarak temsil edilmesiyken, vampirlerin, sadece fiziksel olarak değil zeka olarak da canlılar sınıfının üstünde konumlanıyor olmasıdır.
Temel olarak zombiler, çok ilkel bir öldürme/yeme içgüdüsü haricinde davranışsal bir motivasyon sergilemezler; sürüler halinde gezerken hırıltılı anlaşılmayan sesler çıkarırlar, kendi aralarında hiyerarşik bir yapılanma olduğuna dair bir işaret yoktur, komplike saldırı planları geliştiremezler, hatta aralarında iletişim kurabildiklerinden bile emin değilizdir. Düşünme yeteneğinden yoksundurlar ve görünürde bir hedefleri yok gibidir. Görünüşleri çoğunlukla mide bulandırıcıdır; etleri çürümektedir dökülmektedir. Vampirler ise, özelliklede tüm vampirlerin babası olan Kont Drakula veya onun biraz daha batılı akrabası Kont Orlok, zombilerin aksine oldukça zeki ve karizmatik canlılardır, insanları avlamak, kendi çıkarları yolunda kullanmak, köleleştirmek için dahiyane planlar yapar, bunları başarıyla uygularlar. Evlerine ve konuşmalarına baktığımızda çok yoğun bir sofistikasyon, ince bir zevk ve hayat görüşü ile dolu olduklarını gözlemleriz. Ancak, yine de bu gözlemler tüm vampir sınıfı için geçerli değildir. Isırmak ve kendi “soylu” kanlarından vererek vampirleştirdikleri/köleleştirdikleri uşaklarının onlar kadar karizmatik olduğunu iddia edemeyiz. Olsa olsa bu köleleşen alt kast vampirler, zombilerden az biraz daha akıllı, görsel olarak ise çok daha gösterişlidirler.
Vampir ve zombilerin sinema üzerindeki temsilinde en önemli değişiklik 1970 yıllarda fantezi edebiyatının üretkenlik ve yaratıcılık anlamında bir darboğaza girdiği ve bilim kurgudan ödünçleme yaptığı döneme denk gelir. Bu ödünçlemeler, zombilere bir yenilik getirmemekle birlikte, vampirlere yönelik farklı bakış açıları sağlamış, kah onları dünya dışı (extra terresterial) canlılar, kah özel bir tür kan anemi, bir tür ender bulunur hastalıktan muzdarip canlılar olarak tanımlamaya başlamıştır. Bu girişimler, vampirleri biraz daha anlaşılır/kavranabilir hale getirmiş ve zombilere göre canlılar dünyasına taşımıştır. Bu işlemin sonucunda, fantazi-bilim kurgu, vampirlerin toplumsal yaşamına odaklanmaya, onları daha detaylı incelemeye ve vampir dünyasının kurallarını da içeren detaylı betimlemeler yapmaya başlamıştır. Bu süreç sonunda, vampirler, yaşayan insanlara olan fiziksel benzerliklerinin ötesinde, onların sahip olduğu sosyal niteliklere de sahip olmaya ve fiziksel üstünlükleri ile insanları aşmaya başlamıştır. Özellikle 1980 sonrası üretilen vampir ekininde, vampirler bireyselleşmiş ve keskin bir zekaları; çok zaman üstün bir hitap yetenekleri, kılık kıyafetlerinden evlerine ve mobilyalarına kadar kendini gösteren ince zevkleri vardır. İnsanlarla aynı cemiyeti paylaşırlar ama toplumun diğer katmanlarından kendilerini ayıran maddi ve davranışsal motifleri, “yüksek” bir kültürleri vardır. Artık, bir büyük vampirin himayesinde sürüler halinde değil de bağımsız birer “birey”olarak yaşarlar. Kendi aralarında da kavga eder, hatta daha üstün vampirler yaratmak üzere genetik deneyler bile yapar hale gelirler. Daha doğru bir deyişle, vampirler normal insanların sahip olmadığı, sahip olmaya hayal edemeyecekleri üstün yeteneklere sahiptirler ve bunu, insanlarla paylaştıkları sosyal cemiyet içinde yükselmek amacıyla kullanmaktadırlar.
Vampirlerin yeni temsilleriyle korkutucu ve anlaşılamayan yönleri azalmış ve korku sineması içindeki rolleri de tehlike altına girmiştir. Zombiler, o ürkütücü ve tiksinti uyandıran halleriyle korku filmi türünün üst basamaklarına oturur. Ancak daha da önemlisi, Zombilerin o gizemli-tekinsiz halleri, çok farklı biçimlerde yasıtılmalarına ve politize edilmelerine imkan sağlar.
Burada tabii zombilerin efendisi George A. Romero’yu anmadan geçmek olmaz. Romero ve onun ekolünü izleyen bir avuç bağımsız yönetmen olmasa zombiler Amerikan sinemasında B sınıfı korku filmlerine meze olur, harcanıp giderlerdi. Öte yandan Romero ve ondan ilham alan sinemacılar zombileri hedonistik tüketim toplumunu (Dawn of the Dead – 1978, Shaun of the Dead – 2004, Fido – 2006), toplumsal eşitsizlikleri (Land of the Dead – 2005, Zombieland – 2009) ve militarizmi (Day of the Dead – 1985, Planet Terror – 2007) dile getirmek için alegorik anlamda başarıyla kullanmışlardır. Nitekim zombilerin özellikle soğuk savaş döneminde popüler olması bir tesadüf değildir. Zombiler, demir perdenin arkasında yaşadığı varsayılan fakat pek de tanınmayan, anlaşılamayan ama istilacı potansiyalleri yüzünden sürekli korkulan ötekiyi simgelemiş, ironik bir şekilde, siyasal görüşte sol yelpazede kalan yönetmenlerce de kapitalist toplumu eleştirmek için kullanılmışlardır. Belki de, ötekini tanımlamak için kullanıldıkları ve kendilerine farklı aktörlerce farklı misyonlar yüklendiği için vampirlere göre daha gizemli canlılardır. O boş boş bakan ya da hiç olmayan gözlerinin arkasında bir zihinleri var mı, varsa ne düşünüyorlar nasıl hissediyorlar bilinmez; izleyicilerin, bu boşlukları zihinlerinde doldurması gerekir. Çoğu zaman bu doldurma eylemi onları olduklarından da daha korkutucu ve dehşetli varlıklara dönüştürür.
Soğuk savaşın bitimi ile eşzamanlı olarak gotik edebiyattan beyazperdeye yeniden uyarlanmaya başlanan vampirlerde ise zombilerin taşımaya devam ettiği gizemi tamamen kaybetmiş, onun yerine daha da gündelikleşerek karizmatik duruşları ve insanüstü yetenekleri ile daha ziyade aksiyon ve bilimkurgu fimleri içine yerleşmeye başlamışlardır. Sinemada Blade (1998, 2002,2004) ve Underworld (2003, 2006, 2009) serileri; TV dizilerinde ise Buffy the Vampire Slayer (1997-2003) ve True Blood (2008 – …) bu tarz uyarlamaların en başarılı örnekleridir. Bu uyarlamalarda korku öğesi iyice geri plana giderken, daha önce görmediğimiz sosyal eleştiriler iyice öne çıkmaktadır. Özellikle True Blood’da Amerikan hayat tarzına keskin bir ironi ve eleştiri getirilmekte, küçük kasaba tutuculuğu, vampir alegorisi üzerinden hicvedilmektedir. Benzer bir şekilde, taşra muhafazakarlığı ve dindarlık da yeni vampir uyarlamalarının keskin eleştirisinden kurtulamamaktadır (Ves Craven’s Vampires – 1998). Ya da yakın dönemde Daybreakers (2009) örneğindeki gibi vampirleri kapitalist hakim sınıf yerine koyarak vampir sinemasına sınıfsal açılım getirebilmekteler.
Ama vampirliğin bize beyaz perdede tanıştırdığı temel kavram “arzu” dur. Vampir, çoğu kez yaşayanların dünyasına ait hislere öykünür ve insan olma halini arzularken, şehvet tuzağına düşürdükleri ölümlü kadınların mutlak arzu nesnesi olurlar. Bu arzuların oluşturduğu ruhsal çatışma ve gerilimler çoğu vampir başyapıtına konu olmuştur (Bram Stoker’s Dracula – 1992, Interview with the vampire – 1994).
Gelinen son noktada ise Vampirler, post kapitalist toplumda abartılmış isteklere gömülmüş ama bunları sahip olduğu fiziksel yetersizlikten dolayı elde edemeyen post-modern tüketici kitlesinin fantazi dünyasını beslemektedir. Dünyayı kendi özelinden gören, her marka ve servis içinde “benim için ne var” diye bakan, sadece promosyon ve şok indirimlere reaksiyon gösteren, yeni nesil tüketici için, vampir olmak; hızla ve büyüsel bir dönüşümle mutlak fiziksel zenginliğe ve bedensel çekiciliğe ulaşmak en büyük fantaziye, vampir olmak ise en büyük arzuya dönüşmektedir. Bu toplumsal durumun günümüzdeki tezahürü ise vampir filmleri, artan hedonistik bireysel ürün tüketimi ve gittikçe popülerleşen gotik giyim tarzı olarak göstermektedir.
Özellikle günümüzde Vampirlere nazaran daha düşük sayıda bir izleyici kitlesi ile muhatap olan zombilere gelince; elbette kitlelerin o biçimsiz, beyinsiz, duygudan yoksun yaratıklarla bir özdeşim kurmalarını bekleyemeyiz. Hele ki gençlerin, örneğin son dönemdeki meşhur Twilight Saga – New Moon filmi karakterlerine dönük o histerik hayranlıklarını herhangi bir zombi yapıtına sergilemeleri düşünemeyiz bile. Bu koşullar içinde film endüstrisi, zombileri daha fazla besleyememekte ve zombi yapıtlarını görece az sayıda ve seçkinci bir sinema kitlesine doğru yönlendirmektedir. 2. Dünya savaşı ve onu izleyen soğuk savaş paradigmalarının birbiri ardına sona ermesi ve dünya ölçeğinde yeni “ötekileştirme” imkanlarının daralması, film tüketen kitleyi artık toplu histeride değil arzuda, hedonizmde ve bireysellikte birleştirmektedir. Vampir türünün zombi türü üzerindeki bu kültürel zaferi, sonuç olarak, toplumsal kimliklerin kültür yapıtları üzerinden değişimiyle izah edilebilmektedir.