Arşiv | saha RSS feed for this section

Konut Konferansı sunum

27 Eki

21 Ekim 2011 tarihinde YEM’in düzenlediği Konut Konferansı’nda Mehmet Demiray’ın gerçekleştirdiği sunumu aşağıdaki linkten izleyebilirsiniz.

http://www.youtube.com/watch?v=q1XNbagJKDs

Horace Miner – Nacirema pdf

26 Eki

Bir takım etnografik yöntemlerle uyguladığımız projelerimizde referans aldığımız Horace Miner’ın Nacirema Kültüründe Vücut Ayinleri makalesine pdf olarak ulaşabilirsiniz.

Gözlemin gücünü ve kazandırdıklarını çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor makale. Neye nasıl baktığınız sizi kültürü gerçekten doğru bir şekilde anlamaya itecektir.

Sistemeatik ve önyargısız gözlemin gücü için okumanızı tavsiye ederim.

virtua research_horeca mine_nacirema

 

 

Horace Miner – Nacirema’da Vücut Ayinleri

13 Eki

Amerika’nın önde gelen antropologlarından Horace Miner’ın 1950’li yıllarda yayınladığı “Nacirema Kültüründe Vücut Ayinleri” makalesi, o yıllarda bilim dünyasında büyük ses getirmiş ve önemli tartışmalara neden olmuştur. Kültürel farklılıkların anlamlandırılması sorunsalı çevresinde gelişen bu tartışmalar, Nacirema kültürü araştırmaları geleneğinin günışığına çıkarılmasının yanısıra antropoloji disiplininin yazım tarzını, kuramsal çerçevesini ve temel sorgulama tekniklerini gözden geçirmesini sağlamıştır. Halen farklı zeminlerde süregelen bu tartışmalar günümüzde reflexivity (özdüşünümsellik) kavramını doğurmuş ve disipline kendini sürekli olarak denetleyebileceği bir araç kazandırmıştır. Bu metin, antropoloji disiplinini daha yakından tanımak isteyen ve eleştirel bir yaklaşım geliştirmek isteyen okurların yanısıra Türkiye’de toplum ve kültür alanında çalışma yürütmek isteyen herkes için esinlendirici olacaktır. Bizim için bu makalenin en büyük önemi, antropoloji disiplininin toplum ve kültürü anlamakta ne kadar farklı ve yaratıcı bakış açıları sunabildiği ve derinlikli analizlere imkan sağladığını göstermesidir. Bu tarz metinler bizlerin denizdeki balık olmaktan kurtulup, denizi balıklar başta olmak üzere içerdiği tüm unsurlarıyla anlayabilmemizi sağlamaktadır.

Nacirema Kültüründe Vücut Ayinleri

Antropolog, insanların benzer durumlarda sergiledikleri davranışların muazzam çeşitliliğine öylesine aşina hale gelmiştir ki; en egzotik gelenekler bile onu şaşırtmakta aciz kalır. Öyle ki, belli bir davranışın bütün mantıklı olasılıkları dünya üzerinde bilinen herhangi bir yerde henüz mevcut olmasa da; antropolog bu olasılığın henüz betimlenmemiş bir kabilede mevcut olabileceğinden şüphelenir. Bu konu
Murdock tarafından klan yapılanmalarına gönderme yaparak belirtilmiştir. Bu bilgiler ışığında, Nacirema halkının büyüsel inanış ve pratikleri öylesine alışılmadık örnekler sunar ki, kişide bu ayinleri insan davranışının gidebildiği en uç nokta olarak tasvir etme isteği uyandırır.

Profesör Linton, Nacimera halkının ayinlerine ilk defa bundan yirmi yıl önce dikkat çekse de; bu halkın kültürü hala büyük ölçüde bilinmemektedir. Nacimera, Kanadalı Creeler, Yaquiler, Meksika’nın Tarahumareleri ve ayrıca Antiller’in Carib ve Arawak topluluklarının arasında kalan topraklarda yaşayan bir Kuzey Amerika halkıdır. Her ne kadar kökenleri ile ilgili fazla bir şey bilinmiyorsa da; gelenekler onların doğudan geldiğine işaret etmektedir. Nacimera mitolojisine göre uluslarının kökleri kültürel bir kahraman olan Notgnihsaw’a dayanır. Bu kahraman sahip olduğu iki büyük kudret; “Pa-To-Mac nehrinin öte tarafına bir parça wampum fırlatabilmek” ve “içinde Hakikat’in ruhunun yaşadığına inandıkları vişne ağacını devirebilmek” üzerinden de tanınmaktadır.

Nacirema kültürü zengin, doğal bir habitatta evrilmiş son derece gelişkin bir pazar ekonomisi ile karakterize edilir. İnsanların zamanının çoğunluğu ekonomik uğraşlara adanmışken, bu çabaların getirisi ve günün büyük bir kısmı ayinsel edimler için kullanılır. Bu ayinlerin odak noktası, görünüşü ve sağlığı ile topluluğun inanç sisteminde baskın ilgi alanı olan insan bedenidir. Böylesine bir ilgi alanı kesinlikle
alışılmadık değilken; bunun ayinsel tezahürleri ve altında yatan felsefe emsalsizdir.

Sistemin tamamını belirleyen kökten inanışa göre insan bedeni çirkindir ve doğası gereği zayıflığa ve hastalığa meyyaldir. Böyle bir bedene hapsedilmiş olan insanın tek umudu ayin ve törenler aracılığıyla bu özellikleri bertaraf etmektir. Her hane halkı bu amaca
adanmış bir veya birden çok mabede sahiptir. Daha muktedir bireylerin evlerinde daha fazla sayıda mabet bulunmakta ve bir evin refahı ve bolluğu sahip olduğu ayin noktalarına gönderme yapılarak anlatılmaktadır. Evlerin çoğu akasya çubuğu ve sıvayla inşa edilirken; daha varlıklı evlerin mabet odaları taş duvarlarla örülür. Nispeten daha az varlıklı aileler, mabet odalarının duvarlarını çömlekten plakalarla kaplayarak zenginleri taklit etme yoluna gider.

Her ailenin en az bir tane böyle mabedi varken, bununla ilişkilendirilen ayinler aile merasimleri şeklinde değil, kişiye özel ve gizli olarak icra edilmektedir. Ayinlere ilişkin bilgiler çocuklarla ancak bu gizemlere vakıf olabilecek yaşa geldiklerinde paylaşılmaya başlanır. Ancak yerlilerle yeterince dostane bir ilişki geliştirebildiğim için bu mabetleri inceleme ve ayinleri onlara anlattırabilme şansını elde ettim.

Mabetlerin odak noktası duvarın içine yerleştirilmiş bir çeşit kutu veya sandıktır. Bu sandığın içerisinde yerlilerin onlarsız yaşamaya devam edemeyeceklerine inandıkları birçok tılsım ve büyülü iksir bulunmaktadır. Bu hazırlıklar bir grup uzman tarafından
güvence altına alınmıştır. Bu uzmanların en saygın olanları, yardımlarının karşılığı olarak kıymetli hediyelerle ödeme yapılması gereken şifacılardır. Ancak, şifacılar müşterileri için gerekli iyileştirici iksirleri temin etmezler; sadece hangi içeriğin gerekli olduğuna karar verip bu reçeteyi kadim ve gizli bir dilde yazarlar. Bu reçete yalnızca şifacılar ve başka hediyelere karşılık gerekli tılsımları hazırlayan aktarlar tarafından anlaşılabilmektedir.

Tılsım kullanıldıktan sonra ortadan kaldırılmaz, hane mabedindeki tılsım kutusuna yerleştirilir. Bu büyülü materyaller sadece belirli bir illet için kullanılabildiğinden ve toplum pek çok gerçek ve hayali hastalıktan muzdarip olduğundan, tılsım kutusu genellikle dolup taşar. Sihir keselerinin sayısı o denli çoktur ki insanlar genellikle bunların yapım amaçlarını unuturlar ve yeniden kullanmaktan korkarlar. Her ne kadar, yerliler bu konuda son derece ketum olsa da, kullanılmış sihirli materyallerin -önünde ayinlerin icra edildiği- tılsım kutularında saklanmasının altında yatan nedenin tılsımların varlığının ibadet eden kişiyi koruduğuna dair inanç olduğunu varsayabiliriz.

Her tılsım kutusunun altında bir vaftiz kurnası bulunur. Aile üyeleri sırayla mabet odasına girer, kafalarını tılsım kutusunun önünde eğip farklı türde kutsal suları kurnanın içerisinde karıştırır. Sonrasında ise, kısa bir abdest alma yöntemi uygularlar. Kutsal sulara erişim, topluluğun Su Tapınağı tarafından denetlenir. Bu tapınakta rahipler detaylı kutsama törenleriyle sıvıyı ayinsel olarak saf hale getirirler.

Büyü uygulayıcıları hiyerarşisinde saygınlık olarak şifacıların altında yer alan ve en iyi şekilde “kutsal ağızlı adamlar” şeklinde tercüme edebileceğimiz bir grup uzman bulunur. Nacimera halkının vücudun ağız kısmına yönelik neredeyse patolojik seviyelere varan bir korku ve hayranlığı bulunur. Eğer ağızla ilgili ayinlerini gerçekleştirmezlerse dişlerinin düşeceğine,  diş etlerinin kanayacağına, çenelerinin büzüşeceğine, arkadaşlarının onları terk edeceğine ve sevgililerinin onları reddedeceğine inanırlar. Ayrıca oral ve ahlaki özellikler
arasında kuvvetli ilişkilerin var olduğu kanısındadırlar. Örneğin, çocuklar için ar damarlarını kuvvetlendirdiğine inanılan özel bir çeşit ağız abdesti ayini mevcuttur.

Herkes tarafından icra edilen günlük beden ayinlerinden biri bu ağız törenidir. Bu insanlar, ağız bakımı konusunda son derece titiz olmalarına rağmen bu tören ilk bakışta yabancıların midesini bulandıran bir pratik içerir. Bana iletilenlere göre, bu tören,
ağzın içine bir tutam hayvan kılıyla birlikte sihirli tozların sokulması ve kalıplaşmış, birbirini tekrar eden hareketler ile bu tutamın hareket ettirmesine dayanmaktadır.

Bahsedilen ferdî ağız törenine ek olarak, insanlar yılda bir veya iki kez kutsal ağızlı adamları aramaya çıkarlar. Bu uzmanların, burgular, tığlar, sondalar ve çivili sopalardan müteşekkil etkileyici bir alet edevat takımları vardır. Bu aletlerin kullanımı vasıtasıyla ağız cinlerinin çıkarılması hastalar özelinde neredeyse inanılmaz bir ayinsel işkence anlamına gelmektedir. Kutsal ağızlı adam hastanın ağzını açar, yukarıda bahsi geçen aletleri kullanarak çürümenin dişlerde oluşturabileceği bütün delikleri genişletir. Bu deliklerin içerisine sihirli
materyaller koyar. Eğer dişlerde doğal olarak ortaya çıkan bir delik yoksa bir veya birkaç dişin doğaüstü malzemenin girebileceği şekilde ölçüleri alınır. Hastanın gözünde bu işlemlerin amacı çürümenin önüne geçmek ve arkadaş kazanmaktır. Bu törenin son derece kutsal ve geleneksel özelliği, yerlilerin dişleri çürümeye devam etmesine rağmen her yıl kutsal ağızlı adamı ziyaret etmeye devam ediyor
oluşunda kendisini ortaya koyar.

Nacimera toplumuyla ilgili daha kapsamlı araştırmaların gerçekleştirilmesiyle bu insanların kişilik yapılarını anlamaya yönelik dikkatli sorgulamalar da yapılacağını umut etmekteyiz. [Nacirema toplumunu gözlemleyen bir uzmanın] belli oranda bir sadizmin varlığını idrak edebilmesi için; burgusunu açık bir sinire batırırken kutsal ağızlı adamın gözlerinde oluşan parıltıyı görmesi yeterli olacaktır. Eğer bu
gerçekleştirilirse son derece enteresan bir örüntüyle karşılaşılır; öyle ki nüfusun çoğunluğu mazoşist eğilimler sergilemektedir. Profesör Linton sadece erkeklerin uyguladığı, günlük vücut ayinlerinin bir kısmını tartışırken, işte bunlara atıfta bulunmaktadır. Ayinin bu kısmı suratın yüzeyinin keskin bir aletle kazınmasına ve yaralamaya dayanır. Kadınların özel ayinleri kameri takvimin her bir ayında dört defa tekrarlanır; ancak burada tekerrür sayısında eksik olan, barbarlık derecesiyle telafi edilmektedir. Bu merasimin bir parçası olarak kadınlar yaklaşık bir saat boyunca kafalarını minik fırınlarda pişirirler. Burada teorik olarak ilginç olan nokta baskın olarak mazoşist
olduğu gözlemlenen bir topluluğun sadist uzmanlar yetiştirmiş olmasıdır.

Şifacıların her büyüklükteki cemaat için heybetli bir tapınak veya latipso’su bulunmaktadır. Hastaları iyileştirmek için gerekli olan ve nispeten daha karmaşık törenler bu tapınaklarda gerçekleştirilir. Bu törenler, sadece kerametin değil sürekli olarak bir grup iffetli genç kızın da varlığını gerektirir. Bakireler, özel kostüm ve başlıklarıyla tapınağın odalarına ağırbaşlı bir tavırla girip çıkarlar.

Latipso törenleri öylesine acımasızdır ki ciddi hastaların ancak küçük bir yüzdesi tapınaktan iyileşerek ayrılır. Telkin süreçleri henüz tamamlanmamış küçük çocuklar tapınağa götürülme çabalarına mukavemet göstermeye meyillidirler; zira tapınağı “ölüme gidilen yer” olarak görürler. Buna rağmen birçok tapınak koruyucuları, emanetçiye hatırı sayılır bir hediye sunamayan hastaları tapınağa kabul
etmezler. Kişi, törenlerden sağ çıktığında bile tapınağın koruyucuları bir diğer hediye sunmadığı takdirde, dine yeni girmiş bu kimsenin tapınağı tek etmesine müsaade etmezler.

Tapınağa gir iş yapan talep sahibi öncelikle baştan aşağı soyulur. Gündelik hayatta Nacirema halkı vücutlarını ve doğal işlevlerini açıkça sergilemekten kaçınırlar. Vücut ayinlerinin önemli kısımlarını oluşturan yıkanma ve boşaltım edimleri ancak hane mabedinin mahremiyeti içerisinde gerçekleştirilebilir. Latipso’ya girişte yaşanan psikolojik şok, vücut mahremiyetinin aniden kaybedilmesinden kaynaklanmaktadır. O ana dek karısının gözleri önünde boşaltım yapmamış bir erkek kendini aniden bakire bir genç kız eşliğinde kutsal kaba bu doğal fonksiyonu gerçekleştirir halde bulur. Bu çeşit doğal işlemler, dışkının hastalığın seyri ve doğasını belirlemek için kâhin tarafından kullanılıyor olması yüzünden gerekli kılınmıştır. Öte yandan dişi hastaların çıplak vücutları, şifacıların
tetkik, elle yoklama ve dürtmelerine maruz kalır.

Şifa dileyenlerin çok azı tapınağın sert yataklarında uzanmaktan başka bir şey yapabilecek durumdadır. Kutsal ağızlı adamın işlemleri gibi bazı törenler rahatsızlık ve işkence demektir. Ayinsel bir dakiklikle bakireler, şafak vakti ilgilenmekle yükümlü oldukları zavallıları uyandırır, abdestlerini almak için onları acı dolu yataklarında eğitimlerini aldıkları gibi son derece formel bir şekilde çevirirler. Diğer zamanlar hastaların ağızlarına sihirli çubuklar sokar ya da şifa verici özellikleri olan maddeler yedirirler. Zaman zaman şifacılar
hastalarına gelir ve etlerine sihirli işlemlerden geçmiş iğneler saplarlar. Bu tapınak ayinlerinin iyileştirmek bir yana, dine yeni girmiş bu zavallıları öldürebilecek olması bu insanların şifacılara olan inançlarını zedelemez.

Geriye “dinleyici” olarak tanımlanan bir diğer uzman türü kalır. Bu cadı-doktorları kendilerine büyü yapılmış kişilerin kafalarında ikamet eden cinleri çıkarma gücüne haizdirler. Nacirema halkı, ebeveynlerin kendi çocuklarına büyü yaptıklarına inanır. Özellikle annelerin çocuklarına gizli vücut ayinlerini öğretirken onları lanetledikleri düşünülmektedir. Cadı-doktorun bu vakalar için kullandığı panzehirin ayinsellikten uzak oluşu son derece alışılmadıktır. Hasta “dinleyiciye” yalnızca hatırlayabildiği en erken güçlüklerden başlayarak bütün
sorunlarını ve korkularını anlatır. Naciremalıların bu cin çıkarma ayinlerinde sergiledikleri bellek gücü gerçekten kayda değerdir. Hastalar arasında sütten kesildikleri bebek zamanlarında yaşadıkları kötü deneyimlerle ilgili ağlayıp sızlanmak hiç de az rastlanır bir durum değildir. Hatta bazı bireyler yaşadıkları sorunların doğumlarının yarattığı travmatik etkilerin sonucu
olduğunu iddia etmektedirler.

Velhasıl, temelleri yerli estetiğinde olan, doğal vücut ve fonksiyonlarına yönelik yaygın tiksintiye dayanan bazı pratiklerden bahsetmek şarttır. Amaçları şişman insanları zayıflatmak olan ayinsel oruçlar ve zayıfları şişmanlatmak olan törensel ziyafetler mevcuttur. Bunun yanı sıra küçük olmaları halinde kadınların göğüslerini büyütmek için gerçekleştirilen çeşitli ayinler ve eğer büyüklerse küçültmek amacıyla gerçekleştirilen başka ayinler de vardır. İdeal kabul edilen ölçülerin adem oğlunun ulaşamayacağı noktada olduğu gerçeği, göğüs formuyla ilgili genel hoşnutsuzluk ile sembolize edilmektedir. Neredeyse hiper-meme gelişiminden muzdarip bazı kadınlar öylesine idolleştirilirler ki, sadece bir yerleşkeden bir diğerine gezerek ufak bir ücret karşılığında yerlilerin memelerine bakmalarına izin vererek geçinebilmektedirler.

Boşaltım fonksiyonlarının ayinsel ve rutin hale getirildiğine, ayrıca gizliliğe mahkum edildiğine daha önce değinilmişti. Doğal üreme fonksiyonları da benzer şekilde çarpıtılmaktadır. Cinsel münasebet konusu bir tabudur ve bir eylem olarak münasebetin gerçekleşmesi önceden planlanmaktadır. Sihirli materyallerin kullanımı ya da cinsel ilişkinin ayın belirli dönemleriyle sınırlandırılması yoluyla gebelikten kaçınılmaya çalışılmaktadır. Esasen gebe kalma oldukça düzensizdir. Hamileyken kadınlar bu durumu saklayacak elbiseler tercih ederler. Doğum, arkadaş veya akrabaların yardımları olmaksızın gizlilik içinde gerçekleştirilir; kadınların büyük çoğunluğu bebeklerinin bakımını üstlenmez.

Naciremaların ayinsel yaşamı hakkında gerçekleştirdiğimiz inceleme, bu halkın büyü tarafından belirlenmişliğini göstermektedir. Kendi üzerlerinde yarattıkları türlü sıkıntılara rağmen nasıl olup da bu kadar uzun süredir varlıklarını devam ettirdiklerini anlamak güçtür. Ancak böylesine egzotik adetler bile Malinowski’nin aşağıdaki metini yazarken ortaya koyduğu içgörü sayesinde gerçek
anlamlarına kavuşurlar:

“Uzaktan ve yukarıdan, uygarlığımızın sağladığı güvenli ve yüksek konumdan bakıldığında büyünün acımasızlığını ve yersizliğini görmek
kolaydır. Fakat onun gücü ve rehberliği olmadan ilk insanlar ne bugün sahip olduğu ve pratik güçlüklerin üstesinden gelebilmek için gerekli olan ustalığa erişebilir, ne de insanoğlu uygarlığın yüksek aşamalarına doğru ilerleyebilirdi.”

Etnografik araştırma sırasında hangi evre?

20 Tem

Bir önceki “Antropoloji Okumak, Antropolog Olmak” başlıklı yazımda alan deneyimlerinin akademik formasyonla bütünleştirilmesinin çok büyük önem taşıdığına, bunun için de “yazma” yeteneğinin bir etnograf için yaşamsal bir öneme sahip olduğuna değinmiştim. Bu yazıda bu “önem”i açmaya çalışacağım.

Etnografik araştırma evrelerini araştırma öncesi, araştırma sırası ve araştırma sonrası olarak üç döneme ayırabiliriz. Araştırma öncesi dönem, yani sahaya çıkmadan önceki dönem, saha için hazırlık yaptığımız, araştırdığımız konu ve araştırma alanımızla ilgili yazını taradığımız dönemdir. Bu dönemde kuramsal boşluklarımızı doldurur, alanın tarih ve coğrafya bilgileriyle kendimizi donatırız. Araştırmanın asıl can alıcı evresi, araştırmayı yürüttüğümüz alana varışımızla başlar. Kullandığımız yöntem ve araştırma teknikleri, günlük çalışma düzenimiz ve görüşmelerimiz araştırmamızın kalitesini bire bir etkilerler. Araştırma sırasında ise en önemli sorunumuz  “kabul edilme”dir. Irmak Toker arkadaşımız “Neden Antropoloji? Neden Antropolog?” başlıklı yazısında “kabul edilmek”le ilgili olarak etnografların mottosunu zikretmiş: “Duvarda sinek olmak!” Irmak’ın yazısında doğru zamanda ve doğru yerde olmanın ne kadar önemli olduğunu örnekleriyle görüyoruz. Yanlış zamanda ve yanlış yerde olmak bütün bir araştırmanın hebâ olmasına bile yol açabilir. Araştırmanın üçüncü evresinde, yani saha sonrası evrede ise raporlama öne çıkmaktadır.

Etnograflar için çoğunlukla en çok önem verilen evre araştırma anıdır. Doğrudur. İyi bir literatür taraması yapmadan alana çıkabilirsiniz ve bu şekilde de alan araştırmanızı sona erdirebilirsiniz, ya da raporlamayı kötü yapsanız bile araştırmanızı sonuçlandırabilirsiniz, ama sahayı bitiremezseniz araştırma da bitmemiştir, hatta “kabul edilmezseniz” araştırmanız daha başlamadan bitmiş demektir. Dolayısıyla, çoğu kez araştırma anı, araştırma öncesinden ve sonrasından daha önemli olarak algılanır.

Bu tarz bir bakış açısı birçok etnografın kariyerini bitirmiştir.

Birçok başarılı araştırmanın başarısını belirleyen şey, araştırmanın sonucudur, yani raporlandırılmasıdır. Araştırmanın son döneminde yer almasından dolayı, çoğunlukla raporlandırma/yazım aşamasına gereken önem verilmemektedir. Sadece araştırma sonunda değil, araştırma sırasında da sürekli rapor yazmak etnograflar için bir zûl haline gelmektedir. Öyle ya! Başarılı bir araştırma sonunda, “hiç bir akademik değeri olmayan”, “anlamsız bir evrak yükü” için sizi “derin ve nitelikli işlerden alıkoyan” bu işlere vakit ayırmanın anlamı ne ki? Salt resmi prosedürleri yerine getirmek için yazmış olduğunuz raporunuzun değeri sahip olduğunuz akademik yeterliliğiniz ve bilimsel derinliğinizle zaten malûmdur. Muhtemelen bu yeterliliğiniz ve derinliğiniz raporunuzu okuyan kişileri “aşar”. Yazınızın biçimine getirilen eleştirileri de kolaylıkla; “Benim yazdığımı anlayacak derinliğe sahip değiller, o yüzden biçime takmışlar” tarzı bir söylemle savunmaya geçebilirsiniz.

Raporlar sadece işverenin, ya da araştırmanın sponsorlarının, ya da akademik kurullarının sizin çalışma disiplininizi kontrol ettikleri bir mekanizmanın parçası değillerdir. Aynı zamanda ara ara sizin çemberin dışına çıkıp yaptığınız işleri dışarıdan görmenizi sağlayan, eksiklerinizi fark etmenizi sağlayan, yapabileceğiniz farklı açılımların yolunu gösteren niteliğe sahiptirler. Açıkçası, rapor sadece kontrol mekanizmasının bir parçası değil, işlerin yürütülmesinde de temel unsurdur. Can Koparan “Hizmet Sektöründe Bir Antropolog” başlıklı yazısına daha önce yazmış olduğu bir rapordan alıntı yaparak başlamış. Bir araştırma sırasında kendisine belki de “zûl” gelen günlük tasvir defterlerini karıştırırken rastladığı bu tümce, Can için önemli bir içebakış, yaptıklarını değerlendirebilmek için önemli bir fırsat sunmuş.

Elbette ki insanın zekâ düzeyi yaptığı işin kalitesini etkiler. Hafızamızın sağlamlığı da bize birçok konuda fayda sağlar. Fakat en iyi etnograf, zekâsına ve hafızasına en az güvenen etnograftır. En çok not tutan, görsel belgelemeye önem veren, tuttuğu notları düzenli raporlar haline getiren etnografın alandaki önemli gelişmeleri ve olguları gözden kaçırabilme ihtimali de o derecede azalır.

Bu noktada “yazı” başlı başına bir sorun olarak karşımıza çıkıyor. Bu “sorun”u sorun olmaktan çıkarıp etnografik yönümüzün “güçlü” yönü yapmak bizim elimizde. Üstelik de sanılandan çok kolay. Burada anahtar sözcüğümüz “sürekli yazmak”.

Bilindiği gibi insanlık tarihi yazıyla başlar. Neden? Çünkü, insanı diğer canlılardan ayıran en büyük üstünlüğü sadece düşünce gücü ve zekâsı değil, birikimini gelecek kuşaklara da aktarabilmesidir. Bu ise ancak dille mümkün.  Yazı, dili en verimli ve sistematik bir biçimde kullandığımız araçtır. Bu bağlamda, genel olarak bütün bilim dalları için dil ve yazı başlı başına büyük bir öneme sahiptir.

Çalışma nesnesi “kültür” olan etnograf için ise dile ve yazıya hâkim olabilmek, diğer bilim dallarına kıyasla çok daha büyük bir öneme sahiptir.

Yrd. Doç. Dr. Özgür Dirim Özkan

Hizmet sektöründe bir antropolog

24 Haz

“Yüzlerce kez yüzlerce tezgahın önünde oldum ama her şey tezgahın arkasından farklı görünüyor. Bir kere müşterilerin size bir şeyler deme hakkı var. Ürünlerden yakınabilirler, pahalılıktan yakınabilirler. İstediklerinin olmamasından, istediklerinin istedikleri zaman olmamasından, istediklerinin istedikleri gibi olmamasından yakınabilirler. Ama en kötüsü sizin istedikleri gibi olmamanızdan yakınabilirler. Ve bunu yaparken şaşkınlık içinde olmazlar asla. Çünkü siz tezgahın arkasında olduğunuz için olasıkla kendilerinden daha fakir, daha eğitimsiz, daha şapşal, daha talihsiz, daha mazlum, daha kaypak, daha daha daha aşağıda olduğunuzu düşünebilirler. Sizi hiç tanımamalarına rağmen meymenetsiz bir suratla “sen ver bakiim şunu bana” diyebilirler. Kısacası tezgahın neresinde durduğunuz önemlidir.”

Yukarıdaki alıntı bana ait; kendimden alıntıladım. Okuduğunuz ilk blog yazım olduğu için belki de kişisel bir alıntı ile başlamak bir antropolog olarak ne tür duygulanımlar yaşayabildiğimi görmeniz açısından ilginç olabilir. Ancak herkes antropologlar kadar yazı yazma ile haşır neşir değil; her meslek grubu mesleğiyle kurduğu bağ ve deneyimlerini aktarma konusunda biz antropologlar kadar istekli de olamayabiliyor. Hizmet sektöründe faaliyet gösteren bir müşterimiz için yürüttüğümüz, ekibinde yer aldığım bir araştırma esnasında tuttuğum günlüğümü tekrar karıştırırken rastladım bu satırlara ve düşünmeden edemedim: her gün onlarcasıyla etkileşime girdiğimiz satış elemanlarını ne kadar tanıyoruz?

Saha araştırmalarında araştırmaların odak noktası olan insanların deneyimlerinin ve bu deneyimlere bağlı ruh hallerinin sosyal antropologlar tarafından ne kadar içselleştirilebildiğine dair güzel bir örnek olduğunu düşünüyorum. “Going native” yani “yerele dönüşmek”; yerliler gibi davranmaya, düşünmeye, giyinmeye başlamak kavramı, antropolojik saha araştırmaları açısından büyük öneme sahiptir. Antropolog aylar boyunca birlikte vakit geçirdiği, dertlerini dinlediği, günlük yaşamlarına karıştığı insanlarla öyle bir bağ kurabilir ki bir süre sonra olayları ve süreçleri “onlarmışçasına” algılamaya başlarlar. Klasik antropolojinin yerlileri, alıntının yaşandığı araştırma özelinde ise satış elemanlarıydı.

Araştırma kapsamında mağazalarda satış elemanlarıyla birlikte çalıştım, onlar gibi hizmet sunmaya uğraştım, onlar gibi giyindim ve mesai saatleri içerisinde onların ekibinin bir parçası olmaya gayret ettim. Perakende satışa dayalı hizmet sektörü, özellikle gıda üzerine hizmet veren işletmeler söz konusu olduğu zaman hizmeti sunan esas neferler, söz konusu alıntıda satış elemanları, gerek süreç geliştirme programları gerekse İnsan Kaynakları ile ilgili tüm çalışmaların esas odak noktasıdır. Ayrıca markaların iletişimi tüketiciye birinci elden, sıcağı sıcağına yine satış görevlileri ile gerçekleşir. Bunlar düşünüldüğünde marka kimliği ve reklam çalışmalarına harcanan bütçelerle kıyaslandığında satış elemanlarını anlamaya ve işlerliklerini geliştirmeye yönelik çalışmaların ihmal edilmesi tuhaf değil mi? Satış süreçlerinde insan faktörünün merkeziyetinin dikkate alınmaması, antropologlar olarak bizlere hiç anlaşılır gelmiyor.  Bu konu çoğu araştırma şirketi tarafından göz ardı ediliyor olsa gerek, zira hizmet sektörü çalışanları ile ilgili araştırma literatürünün biz araştırmacılara sundukları son derece sınırlı.

Şimdiye dek hizmet sektörüyle ilgili sayısız araştırma projesinin gerek veri analizi gerekse ilk elden araştırma bulgusu toplama süreçlerinde yer aldım. Antropoloji eğitimi sayesinde kazandığım teorik perspektifi tüketici algı ve marka-süreç geliştirme araştırmaları sayesinde pratik alanda değerlendirme fırsatım oldu. Virtua Research olarak hizmet sektörü için yaptığımız araştırmalar ise mesleğe başlamadan önce hiçbir gerçek kontağımın olmadığı satış ve hizmet sektörü çalışanlarını yakından tanıyabilmemi sağladı. Hiçbir “gerçek” kontağımın olmadığını söylüyorum; çünkü satış elemanlarından müteşekkil ekiplerin arasına karışarak hem onların yaptığı işleri kısa süre olsa da yapmadan hem de onların yaşantılarında yer almadan bu meslek grubunu tanımanın imkansız olduğuna kanaat getirmiş bulunuyorum. Tüketici olarak bir satış elemanının ne şartlar altında, kendisi ve mesleğiyle ilgili ne tür yargı ve değerlerle çalışıyor olduğunu bilmek, her gün sayısız mağaza, restoran ve benzin istasyonunda kredi kartlarımızı uzattığımız ancak hayatları ile ilgili hiç düşünmediğimiz bu insanları tanımamız pek mümkün değil.

Organizasyonların antropolojisi, hizmet sektöründe faaliyet gösteren kurumların iç yapılanmalarını inceleyip, organizasyon şemalarını, grup kültürü teorilerini göz önünde bulundurarak analiz ederken, antropolojinin derinlemesine metotlarını kullandığı için her halükarda içten bir bakış kullanıyor; hizmet sektörünün tüketiciyle buluştuğu nokta olan satış elemanlarına empatiyle bakıyor ve satış hizmeti sunmanın ne olduğunu ilk elden kavrıyor. Sonuçta ise antropologlar hizmet sektöründe satış elemanı olmanın ne demek olduğunu deneyimleyerek gerek İK yapılanmaları gerekse tüketiciyle yüz yüze olmanın verdiği avantajla marka kültürü ile ilgili yaratıcı fikirler sunabiliyorlar. Virtua Research bünyesinde biz de etnografik yöntemleri kullanarak, antropolojik bakış açısıyla perakende sektörünün çalışanlarını analiz ediyoruz.

Can Koparan

Neden antropoloji, neden antropolog?

5 May

Neden etnografi? Belki de daha doğrusu neden antropoloji? Antropoloji bölümünü yeni kazanmış her gencin karşılaştığı ve katlanmak zorunda olduğu bu soruların cevapları aslında günümüz pazar araştırmalarının, İK araştırmalarının ve sosyal sorumluluk araştırmalarının da birer yanıtı. Bu anlamda da sosyal antropoloji bölümünden mezun olup da yine kendi mesleğini icra edenler için aslında oldukça geniş bir çalışma alanı da bulunmakta. (Ne de olsa eskiden sadece “marjinal” topluluklar antropolojinin ilgi alanıydı, şimdi ise toplumun her kesimi!) Bu açıdan bakıldığında bir gün kendinizi kurumsal bir sahada  bulabilirrken; ertesi gün kıraathanede kadın saçı yapan kuaförlerle okey masasında ‘yancı’ olabiliyorsunuz. Bu da aslında çok sevdiğim bir hocamın söylediğine denk geliyor: “Duvardaki sinek olabilmek!”.

Şimdi duvardaki sinek olabilmek diyince, yanlış anlaşılmalara mahal vermeden açıklamak gerekiyor. Sahanız nerede olursa olsun, saha alanındaki insanlarla kurduğunuz samimiyetin göze batmaması demek aslında. Onlar sizi ne kadar ‘kendi’lerinden kabul ederse, sizin de araştırmanız o kadar sağlıklı ve gerçekçi bulgulara sahip olur.

Bir örnekle anlatmak daha doğru olacak. Yakın zamanda Schwartzkopf markası ile yaptığımız bir araştırmada kuaförlerle birebir görüşmeler yapıp, özel hayatlarına bizi de sokmalarını başardık. Şu anda içinizden “Zaten her kadın kendi kuaförüyle bir sosyalleşme içerisinde değil midir? Bunun neresinde özel hayat?” diyor olabilirsiniz. Fakat hangi kadın gerçekten de kendi kuaförünün “gerçek” sosyal yaşantısını biliyordur? Çoğu kuaför hizmet verdiği gruba yönelik kendini geliştirir, sohbetlerini o çevreye yönelik yönlendirir ve kıyafetini bile kendi normal hayatında olduğundan farklılaştırır. Bu yüzden bizim tam olarak ulaşmak istediğimiz de onların kendilerini farklı yansıtmadığı bir ortamı yakalayabilmekti. Bu amaçla farklı vasıtalarla, bir çok kuaförle iletişime geçmeye başladık, ya kahvaltı, ya bira içmek ya da başka bir yer derken; teklif karşıdan geldi ve bizi okeye davet ettiler. Ancak biraz endişeliydi telefondaki ses: “Ben kahvehanedekileri önceden uyardım Irmak, ona göre davranacaklar. Ben davet ediyorum ama yine de siz de eminsiniz değil mi gelmek istediğinize?” -Bu arada önceki görüşmelerimizde bana hep “Irmak Hanım” diye hitap ederken, kendi sosyal hayatında “Irmak” diye hitap etmeye başlamış olması da ayrı bir samimiyet göstergesiydi. – Kendisine bir sorun olmayacağını söyleyerek, yine görüşmeleri birlikte yaptığımız diğer antropolog arkadaşımla birlikte geleceğimizi belirttim. Saat 20:00’de ve yer konusunda sözleştikten sonra telefonu kapattık ve yeni sahamıza doğru yolculuk başlamıştı bile!

Gideceğimiz yer anadolu yakasında minibüs yolu üzerinde Kazasker sonrasında. Mekanı tam olarak biz de bilmiyoruz, o yüzden bir buluşma noktası belirlendi. Tam saatinde geç kalınmadan buluşuldu ve bir kahvehanede iki antropolog iş başındaydı. İçeri girdiğimizde, kimse bize garip gözlerle bakmıyordu ancak orada yeni olduğumuz çok belliydi. Zaten görüşmecimiz daha önce herkese geleceğimizi belirttiği için de bizi içlerine almaları çok uzun sürmedi. Ancak kafamı kurcalayan bir nokta vardı, ordakileri acaba neden uyarmıştı? İlerleyen saatlerde anladım ki, görüşmecimiz kadın olmamdan dolayı çekinmiş, kahvehanedekileri küfür etmemeleri için önceden uyarmış meğer. Bu yüzden de masalarda taş çalma ya da istediği taş gelmeme gibi durumlarda “hay allah, aman allahım, hay aksi gelmedi taş” gibi oldukça kibar konuşuyorlardı. Bu arada belki erkek araştırmacımız için bu o kadar enteresan bir şey değildi ama bir kadın antropolog olarak bir kahvehanedeki tek kadın olmak kendi özel hayatımda da asla bulunamayacağım bir ortamdı. O yüzden de bulunmaz bir vaha gibiydi o kahvehane. Bu arada onların planına sonradan dahil olduğumuz için, ancak asıl oyuncular ihtiyaç molası verdiğinde ‘yancı’ durumumuzdan asıl oyuncu haline geçebiliyorduk. Bu aslında daha da eğlenceli bir hale getiriyordu oradaki ortamı. Sürekli masada dürümler, çaylar kahveler geliyor ve gidiyor, bir sigara sönüp diğer sigara yanmaya başlıyordu. Saat 21:00’a gelirken en sonunda “duvardaki sinek olduğumuzu fark ettim” çünkü kimse artık kibar değildi! Herkes her zaman nasılsa öyle davranıyor, konuşuyor ve rahatça da küfür edebiliyordu. Gece yarısına kadar orada vakit geçirdikten sonra herkesle artık vedalaşma vakti gelmişti. Herkes ile tekrar sözleştik bir dahaki okey partisi için.

Bu çalışma gibi aslında diğer bir çok çalışma da, aslında antropoloji bilim dalının ne kadar geniş bir yelpazeye sahip olduğunu gösterebiliyor. Ancak bu noktada önemli olan doğru zamanı ve doğru yeri seçebilmek. Bu nedenle de saha için tüm önyargılarınızdan uzak olarak, kendi düşüncelerinizin ve hislerinizin sizi yönetmesine izin vermeyerek bir saha yönetimi gerçekleştirmeniz gerekmektedir.

IRMAK TOKER

Antropoloji okumak, antropolog olmak

11 Nis

 Antropoloji eğitimi gören kişilerin kafalarındaki en önemli soru, iş hayatında bu formasyonlarını nasıl kullanacaklarıdır. Çok az antropolog aldığı eğitimle paralel işlerde çalışabilme şansına sahiptir. Bundan dolayı akademisyenlik antropologların formasyonlarını kullanabilecekleri, kendilerini geliştirebilecekleri “vaha” olarak görülür. Daha doğrusu, görülürdü. Bilimsel araştırmanın yapılabildiği yegane vahalar akademiydi. Fakat, son yıllarda bir çok şey değişti. Öncelikle not düşmemiz gereken önemli bir olgu şudur: Mezun olan çok az antropoloğun Türkiye’deki 9 antropoloji bölümünden birine “kapağı atma” şansı vardır. Bu bölümlerden birine “araştırma görevlisi” olarak kapağı atan antropoloji mezununu ise ciddi sorunlar beklemektedir.

Türkiye’de bilime, özellikle de sosyal bilimlere ayrılan payın düşüklüğü malum. Zaten küresel ölçekte sosyal bilimlere çokça pay ayrılmadığı biliniyor. Bu eğilimin Türkiye’deki sosyal bilimlere yansıması ise daha trajik. Bu durumda, üniversite sınavlarında en az tercih edilen bölümlerden biri olan antropoloji, üniversite yönetimleri tarafından da bu tercih sıralamasıyla paralel bir ilgi görüyor. Bastırdıkları broşürlerde üniversitedeki bölümleri “hard”, “medium”, “soft” diye ayıranlar ve antropoloji bölümünü “soft” olarak tanımlayarak bu bölüme kayıt olan öğrencileri fazla yormayacaklarının işaretini veren yöneticilerin bu bakış açısı “antropoloji”yi nereye yerleştirdiklerini gösteriyor. Ya da araştırma için izin isteyen öğretim elemanlarına “araştırmanızı üniversitedeki ofisinizde yapın” diyen fizik profesörü dekanın da bu “vaha”daki akademik etkinliklere hangi bakış açısıyla yaklaştığı konusunda bazı ipuçları veriyor. Bu yazıdaki amacımız Türkiye’de antropoloji bölümlerinin yaşadıkları sıkıntılara değinmek değil. Yapmak istediğimiz şey, gözümüzde büyüttüğümüz bu “vaha”ların kimi zaman sadece “serap”tan öteye geçemediği.

Öte yandan antropologları farklı fırsatlar bekliyor. Bir çok alanda “kültürel” olguların analizi, insanları tanımanın öneminin farkına varılıyor. Örneğin, tıp alanında biyomedikal sağlık modeli yavaş yavaş terkedilirken, hastaların “sağlık ve hastalık” tanımlarının, kendi hastalık tecrübelerinin tedavideki önemi anlaşılmaya başlandı. Tıpçılar gün geçtikçe hasta, hastalık, sağlık kültürü konusunda antropologların yardımına daha çok ihtiyaç duyuyorlar. Ya da büyük ölçekli kalkınma projelerinde, bu projelerin sadece çevre etkisi değil, sosyal etkisi de yavaş yavaş daha çok ön plana çıkmaya başladı. Çok yakında aynı ÇED raporları gibi, büyük projelerin SED (Sosyal Etki Değerlendirme) çalışmaları yapmaları da zorunlu olacak. Şimdiden bazı Batı ülkelerinde bu uygulanmaya başlandı bile.

Dahası, ABD’deki bir eğilim önce Avrupa’da sonra da Türkiye’de kendini göstermeye başladı. Üreticiler bir ürünü piyasaya sürmeden önce sadece o ürünün iyi bir reklamının yapılmasının yeterli olmadığını, yani ürünün pazarlanabilmesi için o ürüne olan talebi yaratmanın yeterli olmadığını, fakat ürünü yaratmadan önce talebin niteliklerinin belirlenmesinin gerektiğinin farkına vardılar. Aklı başında olan sanayiciler her hangi bir ürünü sunmadan, hatta üretmeden önce o ürüne yönelik kültürel algıları ve tutumları öğrenmek ve piyasaya sürecekleri yeni ürünlerini ona göre şekillendirmek istiyorlar. Ya da hal-i hazırda piyasaya sürdükleri ürünlerini kültürel algı ve tutumlara göre yeniden biçimlendiriyorlar. Bu bağlamda, bir noktaya da dikkat çekmemiz gerekiyor: İnsanların tutum ve davranışlarını yansıtmayan, sadece insanların kendilerini nasıl görmek istediklerini yansıtabilen anket çalışmalarından ya da kimi zaman mülakat ve odak grup toplantılarından elde edilen verilerin de “doğruluğu”, hatta “bilimselliği” tartışılır oldu. Diğer araştırma tekniklerini bir yana atmadan, fakat katılımcı gözlemi merkeze alan etnografik yöntemlere daha çok başvurulur oldu.

Peki, bu eğilimin antropologlar için anlamı nedir? Kültürel algıların, tutumların, davranışların, örüntülerin anlaşılmasının daha da önem kazandığı bu eğilim elbette ki yeni mezun antropologların bekaa sorunlarının çözülmesi için çok önemli. İster resmi kurumların olsun, ister şirketlerin olsun, etnografik araştırmalara ihtiyacın arttığı günümüzde antropologlar için de yeni iş alanları çıkıyor. Bu elbette önemli bir şey. Fakat, bir çok antropolog sadece bir iş bulabilmek, mezun olunca sadece para kazanabilmek gibi bir amacı gütseydi, zaten “antropoloji”yi seçmezdi. Şu durumda, başka güdülerle hareket eden antropologlar için etnografik araştırmalara olan ilginin artması, yeni ufuklar açıyor.

Kurumların ya da firmaların etnografik bilgiye olan ihtiyacı arttıkça, antropologlar için alana çıkma imkanları daha da artıyor. Antropologlar için “akademiye kapağı atmak” çekiciliğini kaybettikçe, bu tarz özel araştırmaların etnografik cazibesi bir çok antropoloğu alanla buluşturuyor. Herhangi bir üniversite bünyesinde alan araştırması yapmanın zorlukları bilinir. Araştırmanız için bütçe bulabilmek neredeyse imkansız gibidir. Bir yerlerden mali kaynak yarattığınız zaman ise bu kaynak size hiçbir zaman gerekçesiz verilmez. Sponsorlarınızın istediği konuları araştırabilir, hatta size kadro veren kişiler için ısmarlama tez yazabilmek için alana gidebilirsiniz. Ders ve kağıt yükü de araştırmalara vakit ayırabilmenizi daha da zorlaştırır. Doğruya doğru; yukarıda bahsettiğimiz özel araştırmalar da antropologların araştırma yapmak istedikleri alanları seçmeleri için sınırlayıcıdır. Fakat, ironik bir biçimde ister resmi daireler, isterse özel kuruluşlar için yapılsın, antropologların yaptıkları söz konusu “özel” araştırmaların daha özerk bir işleyişe sahip oldukları gözlemlenmektedir. Bu tarz araştırmaları talep eden resmi görevliler ya da işyeri sahipleri neyi istediklerinin bilincinde olarak, yapılacak araştırmanın bilimsel kriterlere en uygun şekliyle yapılmasını beklemektedirler. Söz konusu kriterlerin en önemlisi, araştırmayı yürüten antropologların, araştırmanın sonucu ne çıkarsa çıksın durumu “anlatmaya” yönelik bilimsel kaygılarını daima göz önünde tutmalarıdır. Bu araştırmalar, şu şekilde tanımlamak gerekirse; sonucu değil, içeriği ve yeri “belirlenmiş” olan araştırmalardır.

Bu tarz araştırmalarda çalışan antropologların en büyük avantajı ise “ayakkabılarının sürekli çamurlu oluşu”dur. Yaptıkları işin en keyifli tarafı ise, farklı farklı coğrafyalarda yürüttükleri araştırmaları birbirleriyle ve akademik birikimleriyle salomon xa 3 pro slab test 2 500x375karşılaştırma olasılıklarının sürekli “diri” oluşudur. Örneğin, on sene önce kırsal demografik gerileme ile ilgili çalışmış olan bir antropolog, bu çalışmanın gerçeğini, hatta laboratuvar görünümündeki yansımasını bir Orta Anadolu köyünde görebilmektedir. Bir başka Orta Anadolu kasabasında ise küçük sermaye birikimi ve “muhafazakarlık” arasındaki ilişkiyi bütün açıklığı ile anlayabilmektedir. Bir başka araştırmada ise, başka insanların basit bir hırsızlık olayı olarak tanımladıkları bir olgunun, aynı Orta Afrika’da yürütüldüğü şekliyle “sessiz ticaret” olabildiğini çözümleyebilmenin keyfini yaşayabilmektedir. Bir başka araştırmada, bir kalkınma projesinin sosyal etki araştırmasında ise çok ilginç bir biçimde şimdiye kadar fırsat bulamadığı bir konu üzerine, “aile yapısı” üzerine derinlemesine bir araştırma yapma imkanı bulabilmektedir. Örnekler çoğaltılabilir. Burada vurgulamak istediğimiz iki nokta var: Birincisi, yukarıda değindiğimiz “özel” aralştırmaların antropologların akademik formasyonlarına yaptığı eşsiz katkıdır. İkincisi ise başka bir gerçekliğe ışık tutmaktadır. O da, akademik formasyonunu zenginleştirmeyen antropoloğun bunca keyifli bir alanda çok büyük eksikliklerle ve sıkıntılarla karşılaşacağıdır. Alan deneyimlerinin akademik formasyonla bütünleştirilmesi bu anlamda çok büyük önem taşıyor. Bunun için sadece “okumak” yeterli olmuyor. Okuduğunu, gördüğünü ve bulduğunu bütünleştirecek ve bu birikimi başka kuşaklara ve aktörlere aktarabilecek “yazma” yeteneğinin de olması gerekiyor.

Ayağı çamurlu olan bir antropolog yazmasını bilmiyorsa, ayağındaki çamur sadece üstüne başına dikkat etmeyen hırpane bir turistin üzerindeki pisliktir. Bu çamuru akademik formasyona büründürmek ancak ve ancak çok sağlam bir yazma yeteneği ile mümkündür. Bu konuyla ilgili daha sonra başka bir yazı daha hazırlayacağım.

Yrd. Doç. Dr. Özgür Dirim Özkan